Uzun bir süredir krizler ve çatışmalarla anılan Orta Doğu, 2025'i de işgalci İsrail'in yol açtığı kriz ve savaşlarla geçirdi. 2023’te İsrail’in Gazze’de başlattığı soykırım, bölgenin siyasi haritasını, diplomatik masaları, ticaret rotalarını ve iç siyaset dengelerini derinden etkiledi.
2025’e gelindiğinde, “ateşkes” kelimesi bile artık tek anlam taşımıyordu. ABD'de Başkan Donald Trump'ın barış sözü ve çabalarıyla ateşkes konuşulurken, başka bir yerde savaşın menzili genişliyor, bir cephede duraksama yaşanırken başka bir cephede yeni bir güç mimarisi kuruluyordu. Öyle ki, İran dosyası bir anda 'bölgesel gölge hesap' olmaktan çıkıp doğrudan devletler arası çatışmanın başlığına dönüştü.
[2025'te İran ile İsrail ilk defa sıcak çatışmaya girdi.]2025’in belki de en sert kırılma anı, ABD’nin İran’ın nükleer altyapısına yönelik doğrudan gerçekleştirdiği saldırılar oldu. Bu hamle, “ABD bölgeden çekiliyor mu?” tartışmasını da başka bir evreye taşıdı. Washington artık sahada daha az görünmek istiyordu belki, fakat kritik eşiklerde doğrudan güç kullanmaktan geri durmayacağını gösterdi. İran’ın Katar’daki ABD üssüne misillemesi ve hemen ardından ilan edilen ateşkes, Orta Doğu’nun nasıl bir “sıçramalı gerilim” çağına girdiğini ortaya koydu.
Birkaç gün içinde yükselen ve sönen bir savaş, geride aylar sürecek bir belirsizlik bıraktı.
Bu sırada Suriye, yıllar sonra ilk kez “geçiş” kelimesini yalnızca dış aktörlerin raporlarında değil, günlük hayatın içinde de hissetmeye başladı. Rejim sonrası dönemin bir yılını dolduran ülkede ekonomik yeniden toparlanma, yaptırımların gevşemesi ve devlet mekanizmasının yeniden kurulması gibi başlıklar, aynı anda hem umut hem de son derece dikkatli olunması gereken bir süreci üretti. Washington’un yaptırım rejiminde attığı adımlar ve Şam’ın ekonomik normalleşme çabaları, 2026’ya devreden büyük dosyalardan biri haline geldi.
Yemen cephesinde ise 2025’in hikayesi Kızıldeniz saldırılarıyla sınırlı kalmadı. Gazze’de ateşkesin ardından Husilerin deniz trafiğine yönelik saldırılarının durduğu yönünde işaretler güçlenirken, Yemen’in iç dengelerinde başka bir fay hattı belirginleşti. Birleşik Arap Emirlikleri (BAE) ile Suudi Arabistan arasında, özellikle güney sahasında nüfuz ve kontrol rekabeti daha görünür bir hal aldı.
Haberimizde, 2025’te birbirine bağlanan bu krizlerin hangi aktörlere alan açtığını, kimlerin hareket alanını daralttığını ve 2026’ya hangi dosyaların devredildiğini, sahadaki somut gelişmelerin diliyle ele almaya çalıştık...
2025’te Gazze için en sık kullanılan kelime “ateşkes” oldu. Ancak sahadaki gerçeklik, bu kelimenin bir hukuki metinden öteye geçemediğini gösterdi. Bombardımanların görece azaldığı dönemlerde dahi Gazze’de hayat yeniden başlamadı. Çünkü İsrail barbarlığı biçim değiştirerek devam etti. Açlık, susuzluk, soğuk ve ilaçsızlık, ateşkes sonrası dönemin en belirleyici unsurları hâline geldi.
Gazze’de kış aylarına girilirken binlerce aile, çatısı olmayan evlerde ya da geçici barınaklarda yaşam mücadelesi veriyor. Uluslararası yardım kuruluşlarının sahadan aktardığı bilgilere göre, temel gıda maddelerine erişim ciddi biçimde kısıtlandı; temiz suya ulaşım, özellikle kuzey bölgelerde neredeyse imkânsız hâle geldi. İsrail’in sınır kapıları üzerindeki kontrolü sürdürmesi ve yardım girişlerini keyfi biçimde sınırlaması, açlığın bir “yan etki” değil, sistematik bir baskı aracına dönüştüğünü ortaya koydu.
Ateşkese rağmen katil İsrail ordusunun Gazze içindeki askeri varlığı ve zaman zaman gerçekleştirdiği saldırılar da devam etti. “Güvenlik operasyonu” adı altında yapılan baskınlar, sivillerin gündelik hayatını kesintiye uğrattı. Tarım alanları, su altyapısı ve barınma imkânları hedef alınmaya devam etti. Bu durum, ateşkesin Gazze halkı için bir nefes alma alanı yaratmadığını, aksine daha görünmez ama süreklilik arz eden bir yıkım sürecine dönüştüğünü gösterdi.
Diğer taraftan Gazze’deki bu tablo Batı Şeria’dan bağımsız okunamaz. 2025 boyunca Batı Şeria’da İsrail baskısı belirgin biçimde arttı. Yerleşimci şiddeti, askeri baskınlar ve keyfi gözaltılar günlük hayatın parçası haline geldi. Filistin Yönetimi’nin otoritesi daha da zayıflarken, İsrail’in fiili ilhak politikaları sahada daha görünür hâle geldi. Birçok bölgede Filistinliler için hareket özgürlüğü fiilen ortadan kalktı; ekonomik hayat durma noktasına geldi.
Uzmanlara göre soykırımcı İsrail’in stratejisi, Gazze’deki ateşkes görüntüsüyle uluslararası baskıyı azaltırken, Batı Şeria’da geri dönüşü zor bir fiili durum yaratmak üzerine kurulu. Bu ikili yapı, Filistin meselesini “yönetilebilir bir kriz” hâline getirme çabasının parçası olarak okunuyor. Ancak sahadaki insani tablo, bu yaklaşımın kısa vadeli bir rahatlama sağlasa bile uzun vadede daha derin bir öfke ve istikrarsızlık ürettiğini gösteriyor.
2025’in ortasında Orta Doğu, “örtülü savaş”ın sınırlarını aştı. İsrail’in İran’a saldırısı ve İran’ın füzelerle karşık vermesi, kısa sürede iki ülke arasında doğrudan çatışmaya evrildi. Tarihe 12 gün savaşı olarak geçen hadisede kırılma noktasını belirleyen şey ise ABD’nin sahaya girişi oldu.
Washington, İran’ın nükleer tesislerine yönelik doğrudan saldırı kararı aldı. Hedef alınan tesisler arasında Fordow, Natanz ve İsfahan gibi nükleer programın kalbinde sayılan merkezler yer aldı. ABD tarafı bu saldırıların “çok ağır hasar” verdiğini savunurken, ilk değerlendirmelerin ve sızıntıların hasarın boyutuna ilişkin farklı okumalar ürettiği görüldü. Bu tartışmanın kendisi bile 2025’in dilini özetliyordu. Artık mesele “vuruldu mu?” değil, “ne kadar geri gitti ve ne kadar hızlı geri döner?” sorusuydu.
İran’ın misillemesi de aynı yeni dönemin kodlarını taşıdı. Katar’daki Al Udeid üssüne yapılan füze saldırısı, geniş ölçekli bir tırmanmaya dönüşmeden “kalibre edilmiş” bir yanıt olarak okundu. Washington cephesi saldırının can kaybına yol açmadığını vurgulayarak gerilimi sınırlı tutma mesajı verdi. Bir yanda “nükleer tesis vuruşu” gibi son derece stratejik bir hamle, diğer yanda kontrollü bir misilleme… Ardından ilan edilen ateşkes, savaşın bitişinden çok, savaşın bir sonraki formuna geçiş gibi durdu.
Bu kısa ama sert savaşın Orta Doğu’ya bıraktığı miras iki katmanlı oldu denebilir. Birincisi, İran-İsrail hattının artık yalnızca “gölge çatışma” veya "vekalet savaşı" diliyle yürümeyeceği, zaman zaman doğrudan çatışma eşiğine taşacağı gerçeği net bir şekilde ortaya çıktı. İkincisi ise ABD’nin bölgedeki rolünün “çekilme” söylemiyle anlatılamayacak kadar karmaşık hale geldiği gerçeğiydi. Washington, klasik kara gücü konuşlandırmalarını azaltmak isteyebilir, fakat nükleer dosya gibi kritik eşiklerde doğrudan askeri güç kullarak oyuna girme kapasitesini masada tutacağını göstermiş oldu.
2025, ABD’nin Orta Doğu’da bir “görünmezleşme” stratejisine geçiş yaptığı yıl olarak anılabilir. Bu strateji, mutlak bir çekilmeye değil, maliyeti düşürerek, riski yerelleştirerek ve müdahaleyi seçici hâle getirerek etkide kalma arayışına dayanıyor. Bunda Donald Trump'ın Beyaz Saray'a geri dönmesinin de etkisi yadsınamaz bir gerçek. İran nükleer tesislerine yönelik saldırı da bu seçici müdahalenin en sert örneği oldu.
Gazze ateşkesi sürecinde de benzer bir tablo görüldü. ABD destekli anlaşmanın ayrıntıları, rehinelerin serbest bırakılması ve askeri yeniden konuşlanma gibi başlıkları içerirken, sahadaki ihlal tartışmaları Washington’un “anlaşmayı yaptırma” kapasitesinin sınırlılıklarını bir kez daha ortaya çıkardı.
ABD masayı kurabiliyor, fakat masanın her ayağını aynı güçle yere bastıramıyor. Bu da özellikle İsrail gibi bölgesel aktörlerin manevra alanını büyütüyor.
Öte yandan bu yeni strateji, 2026’ya devreden kritik soruyu da beraberinde getiriyor. ABD’nin bıraktığı boşluk gerçekten bir “boşluk” mu, yoksa Washington’un daha az görünerek daha seçici bir şekilde kontrol etmeyi planladığı yeni bir düzen mi? Bu soru, Körfez’de savunma hesaplarından Irak’taki milis dengesine, Suriye’de yaptırımlar dosyasından Kızıldeniz güvenliğine kadar pek çok başlığın arka planında çalışıyor.
Suriye için 2025, 60 yıldan fazla bir süre ülkeyi demir yumrukla yöneten Baas rejiminin son temsilcisi Beşar Esad'ın ülkeden kaçtığı ve ülkenin ilk defa bağımsız ve özgür olarak kendi yolunu çizmeye çalıştığı bir yıldı.
Rejim sonrası bir yılın dolduğu dönemde ülke, aynı anda üç yük taşıdı. Yıkılmış bir ekonomi, parçalanmış bir toplumsal doku ve yılların yaptırım-izolasyon mirası. Buna rağmen yeni yönetim, hem uluslararası izolasyonu gevşetmeye dönük adımlar hem de içerde güveni yeniden tesis etmeye dönük hamlelerle “geçiş” fikrini somutlaştırmaya çalıştı.
Washington’un yaptırım rejiminde attığı adımlar ve Sezar Yasası (Caesar Syria Civilian Protection Act) çerçevesindeki yaptırımların kalıcı kaldırılmasına ilişkin karar, ekonomik nefes borusu olarak görüldü. Bununla birlikte, finansal sistemin yeniden hayata geçirilmesi, yatırımların gelmesi ve kamu düzeninin oturması zaman isteyen süreçler. Suriye Merkez Bankası’nın para reformu ve banknot değişimi gibi adımları gündeme taşıması, bir yandan normalleşme arayışının işareti sayıldı, diğer yandan enflasyon ve güven risklerini de yeniden tartıştırdı.
[Ahmet el-Şara liderliğindeki Suriye, 2025 yılında hem içeride toparlanma hem de dışarıya açılım adımlarıyla anıldı. Fotoğraf: AA]Suriye dosyasının 2026’ya devreden en kritik yönü ise şöyle tanımlanıyor. Geçişin kırılganlığı yalnızca Şam’daki siyasete bağlı değil. Bölgesel rekabet, sınır güvenliği, ekonomik kaynakların yeniden dağıtımı ve dış aktörlerin “yeni düzen”e ne kadar alan tanıyacağı, geçiş sürecini ya taşıyacak ya da zorlayacak. Özellikle işgalci İsrail'in Golan Tepeleri'ndeki işgalini genişletmesi ve ayrılıkçı Dürzilere verdiği destek Suriye'nin istikrarına dışarıdan yönelen en büyük tehditlerden biri olarak görülüyor.
Dünya küresel deniz ticaretinin en önemli güzergahlarından biri olan Kızıldeniz'de süren istikrarsızlık, küresel ticaretin kırılganlığını tüm çıplaklığıyla gösterdi. Gazze'deki İsrail soykırımına karşı Husilerin deniz trafiğine yönelik saldırıları, bir süre boyunca küresel tedarik zincirlerini etkiledi. Sigorta maliyetleri, navlun süreleri ve enerji piyasaları üzerinde baskı üretti. Ancak Gazze’de ateşkesin ilanıyla birlikte, Husilerin Kızıldeniz hattındaki saldırıları durdurduğu yönündeki mesajlar güçlendi.
Tam da bu noktada Yemen’in “asıl dosyası” yeniden görünür hale geldi. Son haftalarda ülkenin güneyinde yaşanan gelişmeler, BAE’ye yakın aktörlerle Suudi Arabistan’ın desteklediği yapı arasındaki gerilimi daha görünür kıldı. Aden ve çevresindeki kontrol tartışmaları, “Yemen’de ortak hedef” söyleminin gerçekte ne kadar sınırlı kaldığını ortaya koydu.
Riyad istikrar ve merkezi yapı arayışını sürdürürken, Abu Dabi’nin güneyde yerel ortaklar ve stratejik bölgeler üzerinden ayrı bir nüfuz hattı kurduğu değerlendirmeleri yeniden alevlendi. Ortak askeri heyetlerin sahaya gitmesi, aslında bu rekabetin artık inkâr edilemeyecek düzeye ulaştığını gösteren işaretlerden biri olarak okundu.
2026’ya devreden Yemen başlığındaki soru ise şöyle; ülkenin güneyinde Körfez içi rekabetin hangi yeni çatışma biçimlerini üreteceği ve bunun ülkeyi yeniden daha derin bir parçalanmaya sürükleyip sürüklemeyeceği.